Attar, dükkanında beslediği papağanı çok seviyordu. Çeşitli bitkilerden devşirdiği yağları, birbirinden şık şişelere doldurarak sattığı dükkanın neşesiydi papağan.
Gelip gidenlerle şakalaşıyor, onları eğlendiriyordu. Üstelik bekçilik de yapıyordu kendisi dükkanda yokken. Eve veya mescide gideceği zaman, papağanı öğütlüyor, tezgahını ona emanet ediyordu.
Günlerden bir gün öğleyin eve yemeğe gitmek üzere çıktı dükkandan. Çıkarken de papağana,
‘güzelim’ dedi, ‘buralar sana emanet, hemen döneceğim ben’
‘Merak etmeyin’ dedi Papağan.
Attar evine gitti. Papağan, gelen birkaç müşteriye,
‘sonra gelin’ diyerek göndermişti.
Rafta uyukluyordu ki bir gürültü duydu. Gözü dönmüş, iri bir kedi fareyi kovalıyordu. Ürktü, farenin ardından kedinin üzerine doğru gelmesi üzerine yerinden fırladı. Fırlamasıyla birlikte olanlar oldu. Gülyağı şişelerine çarptı önce, devirdi onları, tuz buz oldular. Ardından kekik yağı, nane yağı derken raflarda şişe kalmadı. Kedi fareyi tutmuştu ama dükkan yerle bir olmuştu.
Attar geldi. Gelmesiyle de bağırması bir oldu. Şişeler kırılmış, yağlar yere dağılmış, papağan bir köşeye sinmişti. Kendini kaybetti Attar, papağanı yakalayarak bir güzel dövdü. Zavallı hayvanın korkudan dili tutuldu, tüyleri dökülmeye başladı. O günden sonra iflah olmadı.
Attar’ın kızgınlığı geçmişti ama, artık konuşamayan, tüyleri dökülerek kelleşen ve korkudan pısırıklaşan hayvanı gördükçe üzülüyor, yaptığından pişmanlık duyuyordu. Götürmediği veteriner kalmadı, kullanmadığı ilaç…Hiçbiri kar etmedi. Gittikçe daha kötüleşti.
Günlerden bir gün, dükkana saçları dökülmüş, başı kabak bir adam girdi. Papağan dillendi,
‘hey dostum’ dedi, ‘başın niye kel? Yoksa sen de mi gülyağı şişelerini devirdin?’